Bugün anneler günü. Benimse annemsiz ilk anneler günüm. Üç hafta önce bugün annem vefat etti. İzniniz olursa bugün biraz içimi dökmek istiyorum. Uzun bir yazı. Okumak isterseniz, ne ala. İstemezseniz, zaten kimin vakti var ki eşek kadar bir kadının annesinin ardından yazdıklarını okumaya, boşverin.
Annemde GBM vardı. Ortalama 15 ay ömür biçilen bu hastalıkla 2,5 yıl yaşadı. Son 80 gününü özel bir hastanenin palyatif bakım servisinde geçirdi. “Özel”i özellikle belirtiyorum çünkü bu ülkede hayatının son günlerinde bakıma muhtaç hastaların bakılacağı bir yer bulmak imkansız. Ancak paranız varsa insanca hayata veda edebiliyor hastalar. Bir arkadaşım Cerrahpaşa’da vefat eden annesini kendisinin çarşafa sarmak zorunda kaldığını anlattı.
Neyse anneme dönelim. Annemi, artık yutkunma yetisini kaybedince hastaneye kaldırmak zorunda kaldık. O zamana kadar babam (son iki buçuk ayı bakıcı yardımıyla) pamuklar içinde baktı anneme, kendi dizleri bu süreçte harap oldu ama annemi hiç bırakmadı. Hep sevdi, onu asla rencide etmedi. Annem hastanedeyken ben de elimden geldiğinde her gün onu ziyaret ettim. Ziyaretlerimde elini hiç bırakmadım, kah müzik dinledik beraber, kah ona kitap okudum, kah dedikoduları anlattım. Victoria Beckham’ın oğlunun düğününü anlattım uzun uzun misal. Bazen de sessizce yanında ağladım (acıklı kısımları kendime saklamak istiyorum izniniz olursa, niyetim ajitasyon değil çünkü). Bahar tatilinden önce annem artık kötülemeye başlamıştı, ben de ergenimi canım kuzenimin yanına yolladım. Annemi hastaneye ilk yatırdığımızda da kuzenimde kaldı kızım, annemin son haftasında da. Kader işte.
Ergeni uçağa bindireceğim gün bakıcımız telefon etti ve annemin kötüleştiğini söyledi. Hemen gidemedim hastaneye, kızımın bavulu toplanacak havaalanına bırakılacaktı. Havaalanından sonra hastaneye geçtim hemen. Bakıcının suratı bembeyazdı, annemin çok kötü olduğunu söyledi. Nefes almakta zorlanmaya başlamış, oksijen maskesi takılmıştı. Öğleden sonra çok kusmuş. Ben gittiğimde iyi görünmüyordu. Yanında üç saatten fazla kaldım, yine hep elini tuttum. O arada oksijen düzeyini arttırdılar, ilaçlar verdiler, artık rahat bir şekilde uyuyordu. Bakıcı annemle kalmaktan korktuğunu söyledi. Ölümden, ölmekte olan kişilerden korkuyormuş, belli ki travmaları vardı. Annem daha iyi olunca o geceyi annemle geçirmeyi kabul etti. Ertesi sabah ben hastaneye gidince işten ayrılmak istediğini söyledi ve yarım saat içinde de hastaneden kaçarak uzaklaştı.
O sabaha annemin doktoru ile konuştum. Bana annemin ciğerlerinin artık çok kötü olduğunu söyledi. Verilen antibiyotikler işe yaramazsa maksimum 72 saat, yararsa bir iki gün daha ömrü kaldığını belirtti. Hemen yurtdışında yaşayan kardeşime haber verdim (o da hemen ertesi sabah geldi ve her gün annemleydi). O günden sonra da hep annemleydim ve herhalde günün yarısında annemin elini hiç bırakmadım. Annem uyurken kitap okudum, video izledim ama elimi hep annemin avucunun içinde tuttum.
Ben anneme çok hasret büyüdüm. 11 yaşında annemden ayrılıp İzmir’de okumaya gittim ve bir daha 27 yaşında ilk defa aynı evde yaşamaya başladık sonra. O yüzden anneme babama çok düşkünüm. Onlar da bize çok düşkünlerdir. Kardeşim belki üzülecek ama babam annemden sonra en çok beni sever mesela. Bunda benden önceki bebeklerinin ölmesinin de payı olduğunu sanıyorum. Annemin vefatından sonra babamı Gelibolu’ya taşınmaktan alıkoyan tek şey birbirimize olan düşkünlüğümüz. Herkese “İstanbul’dan ayrılamam, Bürkem’in bana ihtiyacı var,” diyor. İşte bu hasret yüzünden annemin son zamanlarında elini hiç bırakamadım.
Son beş gün hep annemleydim. Elini bırakmadım, sık sık öptüm yüzünü kollarını sevdim. Son beş günde birkaç kere 10-15 saniye süresince nefes alması durdu ama sonra hep nefese devam etti. Son iki üç gün o kadar çaba harcıyordu ki nefes almak için içimden (belki duyar da üzülür diye dışından asla bir şey diyemedim) “Git annem artık, özgürce uç git. Bu kadar acı çekme artık,” dedim. Evet annem acı çekmiyordu, çünkü uyutuyorlardı artık. Yine de nefes almak için harcadığı çaba o kadar çoktu ki bir anlamda hissetmediği acıyı çekiyordu.
Pazar günü öğlen ergenim dönüyordu İstanbul’a, o yüzden o günden sonra iki gece kardeşim annemle kalacaktı, sonrasını nöbetleşe devam ettirecektik. O Pazar sabaha karşı içimden “Annem benim ya, oğlunu hep bir tık daha fazla sevdin. Onun yanında hayata veda etmek istiyorsun, değil mi?” dedim. Gece hemşireleri sabah son bakımlar için geldiklerinde annemin oksijen satürasyonunun düşük olduğunu konuştular aralarında. Onlar odadan çıkınca en fazla iki dakika kadar daha yattım yatakta ve kalktım.
Annem öylesine zorlanıyordu ki nefes almak için, bu şekilde kalbi ve vücudunun ne kadar dayanabileceğini düşündüm. Hemen annemin yanında gittim ve her sabah yaptığım gibi “Günaydın annemi rahat uyudun mu?” dedim ona. Yanaklarından öptüm, yüzünü kollarını sevdim. Annem nefes aldı ve bitti...
Hiç acı çekmedi, son nefesini almadan önce nasıl huzurlu uyuyorduysa son nefesten sonra da ifadesi hiç değişmedi. Kuş gibi uçtu gitti bir tanem.
Hemen hemşireleri geri çağırdım, “Bir şey mi unuttuk, abla?” diye sordular. “Sanırım annem gitti,” diyebildim. İnanmadılar bana. Hasta bakıcı hemen oksimetreyi taktı annemin parmağına. 88 gösteriyordu. “Bak abla, Ayşe teyze nefes alıyor,” dedi. Ama gösterge 88, 87, 86.... 42’yi gösterdi sonra. “Başın sağ olsun abla,” dedi çocuk. Anneme ekstra bir müdahale yapılmasını istemediğimizi belirtmiştik, vücut bütünlüğünü bozacak herhangi bir müdahale istemiyorduk. Huzur içinde gitmişti, üç gün daha makineler marifetiyle yaşayıp da acı çekmesine gerek yoktu. Hemşire, “Sizi annenizle yalnız bırakalım, hazır olduğunuzda haber verin,” dedi.
Anneme sarıldım, öptüm. Öptüm. “Artık uç artık özgürce annem, acıların, sıkıntıların bitti. “ dedim. Ben kapanışı yapmıştım. Ölürken annemin yanında olmak istemiştim hep ve o gün güneşli bir hava olmasın istemiştim. Yağmur yağıyordu, annem son nefesini benim yanımda vermişti. Artık acı çekmeyecekti. O hissetmese de sıkıntısı çoktu. Elbette eğer bir kişi hissetmiyorsa hala sıkıntı/acı çektiğinden bahsedebilir miyiz, sorusu aklımın bir köşesinde ama iyileşmeyecek bir hastayı iki gün daha yaşatmak için onu tüm müdahalelere açık bırakmak bence doğru değil. İki dakika kadar daha kaldım annemle ve hemşireleri çağırdım. Onlar annemi hazırlarken ben kocama, kardeşime, teyzeme haber verdim.
Daha anlatılacak çok şey var. İleriki günlerde yazmaya devam edeceğim, böylece anlattıkça iyileşeceğim.
Annem gitti, vefat etti, öldü. Bunu söylemek çok zordu benim için. Bayramı hiç hissetmedim çünkü bronşitten kırılıyordum. Bugün daha iyiyim, havada anneler günü kutlamaları uçuşuyor. Korkumdan sosyal medyaya bakamıyorum ama anneler gününü kızımın elinden alamayacağım için de kutlamalara devam ediyorum. Annemi çok özlüyorum ama onun adına seviniyorum. Artık acı yok, mahremiyet ihlali yok. Şimdilik bu kadar. İleriki günlerde de size yeni mezar sistemlerinin “toprağı bol olsun,” temennilerini nasıl boşa çıkardığını anlatırım belki.
Annem artık gitti. Ben cennete, cehenneme, ruhun varlığına filan inanmıyorum. Anneciğim bu kadar yaşadı, biz onu anımsadığımız sürece kalbimizde yaşamaya devam edecek. Mezarı sadece annemin sembolik varlığını sürdürecek. Henüz oraya gitmeye cesaretim yok ama zamanı gelince gideceğim. Annemle konuşmaya da devam edeceğim. Annemin beni duyacağı falan yok elbette, yine de sembolik temsili olan mezarının başında konuşmak bana iyi gelecek, bunu biliyorum.