8 Mayıs 2022 Pazar

Annemin Ardından

 



Bugün anneler günü. Benimse annemsiz ilk anneler günüm. Üç hafta önce bugün annem vefat etti. İzniniz olursa bugün biraz içimi dökmek istiyorum. Uzun bir yazı. Okumak isterseniz, ne ala. İstemezseniz, zaten kimin vakti var ki eşek kadar bir kadının annesinin ardından yazdıklarını okumaya, boşverin.

 

Annemde GBM vardı. Ortalama 15 ay ömür biçilen bu hastalıkla 2,5 yıl yaşadı. Son 80 gününü özel bir hastanenin palyatif bakım servisinde geçirdi. “Özel”i özellikle belirtiyorum çünkü bu ülkede hayatının son günlerinde bakıma muhtaç hastaların bakılacağı bir yer bulmak imkansız. Ancak paranız varsa insanca hayata veda edebiliyor hastalar. Bir arkadaşım Cerrahpaşa’da vefat eden annesini kendisinin çarşafa sarmak zorunda kaldığını anlattı.

 

Neyse anneme dönelim. Annemi, artık yutkunma yetisini kaybedince hastaneye kaldırmak zorunda kaldık. O zamana kadar babam (son iki buçuk ayı bakıcı yardımıyla) pamuklar içinde baktı anneme, kendi dizleri bu süreçte harap oldu ama annemi hiç bırakmadı. Hep sevdi, onu asla rencide etmedi. Annem hastanedeyken ben de elimden geldiğinde her gün onu ziyaret ettim. Ziyaretlerimde elini hiç bırakmadım, kah müzik dinledik beraber, kah ona kitap okudum, kah dedikoduları anlattım. Victoria Beckham’ın oğlunun düğününü anlattım uzun uzun misal. Bazen de sessizce yanında ağladım (acıklı kısımları kendime saklamak istiyorum izniniz olursa, niyetim ajitasyon değil çünkü). Bahar tatilinden önce annem artık kötülemeye başlamıştı, ben de ergenimi canım kuzenimin yanına yolladım. Annemi hastaneye ilk yatırdığımızda da kuzenimde kaldı kızım, annemin son haftasında da. Kader işte.

 

Ergeni uçağa bindireceğim gün bakıcımız telefon etti ve annemin kötüleştiğini söyledi. Hemen gidemedim hastaneye, kızımın bavulu toplanacak havaalanına bırakılacaktı. Havaalanından sonra hastaneye geçtim hemen. Bakıcının suratı bembeyazdı, annemin çok kötü olduğunu söyledi. Nefes almakta zorlanmaya başlamış, oksijen maskesi takılmıştı. Öğleden sonra çok kusmuş. Ben gittiğimde iyi görünmüyordu. Yanında üç saatten fazla kaldım, yine hep elini tuttum. O arada oksijen düzeyini arttırdılar, ilaçlar verdiler, artık rahat bir şekilde uyuyordu. Bakıcı annemle kalmaktan korktuğunu söyledi. Ölümden, ölmekte olan kişilerden korkuyormuş, belli ki travmaları vardı. Annem daha iyi olunca o geceyi annemle geçirmeyi kabul etti. Ertesi sabah ben hastaneye gidince işten ayrılmak istediğini söyledi ve yarım saat içinde de hastaneden kaçarak uzaklaştı.

 

O sabaha annemin doktoru ile konuştum. Bana annemin ciğerlerinin artık çok kötü olduğunu söyledi. Verilen antibiyotikler işe yaramazsa maksimum 72 saat, yararsa bir iki gün daha ömrü kaldığını belirtti. Hemen yurtdışında yaşayan kardeşime haber verdim (o da hemen ertesi sabah geldi ve her gün annemleydi). O günden sonra da hep annemleydim ve herhalde günün yarısında annemin elini hiç bırakmadım. Annem uyurken kitap okudum, video izledim ama elimi hep annemin avucunun içinde tuttum.

 

Ben anneme çok hasret büyüdüm. 11 yaşında annemden ayrılıp İzmir’de okumaya gittim ve bir daha 27 yaşında ilk defa aynı evde yaşamaya başladık sonra. O yüzden anneme babama çok düşkünüm. Onlar da bize çok düşkünlerdir. Kardeşim belki üzülecek ama babam annemden sonra en çok beni sever mesela. Bunda benden önceki bebeklerinin ölmesinin de payı olduğunu sanıyorum. Annemin vefatından sonra babamı Gelibolu’ya taşınmaktan alıkoyan tek şey birbirimize olan düşkünlüğümüz. Herkese “İstanbul’dan ayrılamam, Bürkem’in bana ihtiyacı var,” diyor. İşte bu hasret yüzünden annemin son zamanlarında elini hiç bırakamadım.

 

Son beş gün hep annemleydim. Elini bırakmadım, sık sık öptüm yüzünü kollarını sevdim. Son beş günde birkaç kere 10-15 saniye süresince nefes alması durdu ama sonra hep nefese devam etti. Son iki üç gün o kadar çaba harcıyordu ki nefes almak için içimden (belki duyar da üzülür diye dışından asla bir şey diyemedim) “Git annem artık, özgürce uç git. Bu kadar acı çekme artık,” dedim. Evet annem acı çekmiyordu, çünkü uyutuyorlardı artık. Yine de nefes almak için harcadığı çaba o kadar çoktu ki bir anlamda hissetmediği acıyı çekiyordu.

 

Pazar günü öğlen ergenim dönüyordu İstanbul’a, o yüzden o günden sonra iki gece kardeşim annemle kalacaktı, sonrasını nöbetleşe devam ettirecektik. O Pazar sabaha karşı içimden “Annem benim ya, oğlunu hep bir tık daha fazla sevdin. Onun yanında hayata veda etmek istiyorsun, değil mi?” dedim. Gece hemşireleri sabah son bakımlar için geldiklerinde annemin oksijen satürasyonunun düşük olduğunu konuştular aralarında. Onlar odadan çıkınca en fazla iki dakika kadar daha yattım yatakta ve kalktım.

 

Annem öylesine zorlanıyordu ki nefes almak için, bu şekilde kalbi ve vücudunun ne kadar dayanabileceğini düşündüm. Hemen annemin yanında gittim ve her sabah yaptığım gibi “Günaydın annemi rahat uyudun mu?” dedim ona. Yanaklarından öptüm, yüzünü kollarını sevdim. Annem nefes aldı ve bitti...

 

Hiç acı çekmedi, son nefesini almadan önce nasıl huzurlu uyuyorduysa son nefesten sonra da ifadesi hiç değişmedi. Kuş gibi uçtu gitti bir tanem.

 

Hemen hemşireleri geri çağırdım, “Bir şey mi unuttuk, abla?” diye sordular. “Sanırım annem gitti,” diyebildim. İnanmadılar bana. Hasta bakıcı hemen oksimetreyi taktı annemin parmağına. 88 gösteriyordu. “Bak abla, Ayşe teyze nefes alıyor,” dedi. Ama gösterge 88, 87, 86.... 42’yi gösterdi sonra. “Başın sağ olsun abla,” dedi çocuk. Anneme ekstra bir müdahale yapılmasını istemediğimizi belirtmiştik, vücut bütünlüğünü bozacak herhangi bir müdahale istemiyorduk. Huzur içinde gitmişti, üç gün daha makineler marifetiyle yaşayıp da acı çekmesine gerek yoktu. Hemşire, “Sizi annenizle yalnız bırakalım, hazır olduğunuzda haber verin,” dedi.

 

Anneme sarıldım, öptüm. Öptüm. “Artık uç artık özgürce annem, acıların, sıkıntıların bitti. “ dedim. Ben kapanışı yapmıştım. Ölürken annemin yanında olmak istemiştim hep ve o gün güneşli bir hava olmasın istemiştim. Yağmur yağıyordu, annem son nefesini benim yanımda vermişti. Artık acı çekmeyecekti. O hissetmese de sıkıntısı çoktu. Elbette eğer bir kişi hissetmiyorsa hala sıkıntı/acı çektiğinden bahsedebilir miyiz, sorusu aklımın bir köşesinde ama iyileşmeyecek bir hastayı iki gün daha yaşatmak için onu tüm müdahalelere açık bırakmak bence doğru değil. İki dakika kadar daha kaldım annemle ve hemşireleri çağırdım. Onlar annemi hazırlarken ben kocama, kardeşime, teyzeme haber verdim.

 

Daha anlatılacak çok şey var. İleriki günlerde yazmaya devam edeceğim, böylece anlattıkça iyileşeceğim.

 

Annem gitti, vefat etti, öldü. Bunu söylemek çok zordu benim için. Bayramı hiç hissetmedim çünkü bronşitten kırılıyordum. Bugün daha iyiyim, havada anneler günü kutlamaları uçuşuyor. Korkumdan sosyal medyaya bakamıyorum ama anneler gününü kızımın elinden alamayacağım için de kutlamalara devam ediyorum. Annemi çok özlüyorum ama onun adına seviniyorum. Artık acı yok, mahremiyet ihlali yok. Şimdilik bu kadar. İleriki günlerde de size yeni mezar sistemlerinin “toprağı bol olsun,” temennilerini nasıl boşa çıkardığını anlatırım belki.

 

Annem artık gitti. Ben cennete, cehenneme, ruhun varlığına filan inanmıyorum. Anneciğim bu kadar yaşadı, biz onu anımsadığımız sürece kalbimizde yaşamaya devam edecek. Mezarı sadece annemin sembolik varlığını sürdürecek. Henüz oraya gitmeye cesaretim yok ama zamanı gelince gideceğim. Annemle konuşmaya da devam edeceğim. Annemin beni duyacağı falan yok elbette, yine de sembolik temsili olan mezarının başında konuşmak bana iyi gelecek, bunu biliyorum.

 

 











26 Kasım 2012 Pazartesi

STRUMA: İstanbul Açıklarında 72 Gün Boyunca 769 Yahudi’nin Dramı



Kurgulanmış bir tarihle büyüyen biz sıradan vatandaşlar bizi utandıran tarihi gerçeklerle karşılaşınca, evlat edinildiğini öğrenen yetişkin hâletiruhiyesine bürünüyoruz. Hayal kırıklığına uğruyoruz ilk olarak, karşılaştığımız tarihi gerçeklerin doğru olmadığı savına sığınmak istiyoruz. “Ama onlar da bize şöyle şöyle yapmıştı”, “Ama o zamanlar herkes yapıyordu” gibi bahaneler sıralamaya başlıyoruz. Sonra hayatımızın kırılma anlarından biri gerçekleşiyor; şanlı tarihimize biraz daha temkinli yaklaşmaya ve artık yeni bir kavramsal çerçevede düşünmeye başlıyoruz. Hiçbir ülkenin tarihi bembeyaz sayfalarla bezeli değil, bunu biliyoruz elbet. Ama yine de yalanlarla büyütülmek bize acı veriyor. Resmi tarihin ötesine geçip gerçeklerle yüzleştiğimizde karşılaşacaklarımız bazen korkutucu oluyor; ancak tarihimizle yüzleşmediğimiz zaman da gelecek felaketleri önleme cesaretini bulamayabiliyoruz. Halit Kakınç’ın yazmış olduğu Struma da umarım birçok okurda bir kırılma anı yaşatır. Üstelik “Ama onlar...” ile başlayacak bir bahanemiz bile yok.


İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş yıllarında Romanya’da anti-semitizm oldukça güçlenmiş, bir çok şehirde büyük Yahudi kıyımları yaşanmıştı. İmkanları olan  Romanyalı Yahudiler ülkeyi terk ediyor, ancak birçok ülke Yahudi mültecileri geri çeviriyordu. O dönemde Yahudiler için en önemli varış noktası ‘Vadedilmiş Topraklar’ olarak bilinen Filistin idi. Ancak Filistin, İngiltere’nin yönetimindeydi ve İngiltere de Filistin’deki nüfus artışını kontrol altında tutabilmek amacıyla sınırlı sayıda Yahudi’ye vize veriyordu.

Halit Kakınç tarafından yazılan Struma İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan bir trajediyi anlatıyor. 12 Aralık 1942 tarihinde 769 Romanyalı Yahudi hurda halindeki Struma gemisi ile Köstence Limanından ayrılır. Yolculuğun amacı yolcuları Filistin’e götürmektir. Ancak gemi öylesine kötü durumdadır ki, Köstence Limanı’ndan uzaklaşmaya fırsat bulamadan geminin motoru aniden durur. Daha sonra güçlükle tamir edilen motor ile gemi İstanbul açıklarına kadar gelmeyi başarır. Motorun tamiri ne yazık ki İstanbul’da mümkün olamayacaktır. Gemi bir römorkör yardımı ile Sarayburnu açıklarına kadar çekilir, ancak yolcuların gemiden inmelerine izin verilmez. Romanyalı yetkililer Türk makamlarına gemide dizanteri salgını başladığını iletmişlerdir. Gemi karantinaya alınır. Gemideki yemek ve su stokları hızla tükenmekte, tuvaletler ise çalışmamaktadır.

Geminin Sarayburnu açıklarında demirli olduğu 72 gün boyunca Türk hükümeti İngiltere’nin vize vermesini beklerken, İngiltere vize vermemekte direnmektedir. Bir ara yaşları 11 ila 16 arasındaki çocukların Filistin’e kabulü gündeme geldiyse de daha sonra bu konu da rafa kalkar. Bu süre zarfında Struma’ya yiyecek ve su tedarikini yalnızca Yahudi Cemaati’nin bir grup üyesi yapabilmektedir.

Türkiye, o zamanlar savaşın galibi olarak görülen Hitler’i kızdırmak istemez. Üstelik Türkiye’de de anti-semitizm oldukça yaygındır. 72 günün sonunda gemi bir römorkör yardımı ile Şile açıklarına çekilir ve Karadeniz’de çalışmayan motoru ile başıboş bırakılır. Ruslar ise Karadeniz’deki gemilerde Yahudiler değil, Faşist ajanların taşındığı istihbaratını almışlar ve savaş gemilerine karşılarına çıkan her geminin vurulması talimatı verilmiştir. Struma’nın Şile açıklarına götürüldüğü günün hemen ertesinde, Struma Ruslar tarafından açılan ateş sonrası batırılmıştır. 769 Yahudi, Türkiye’nin inisiyatif gösterememesi sonucu Karadeniz’de hayatını kaybeder. Gemi karantinadayken gemiden çıkmayı başarabilen bir avuç insan ile, gemi battıktan sonra yüzmeyi başarabilen sadece bir kişi hayatta kalmayı başarmıştır.

Ayrıca kitap vesilesi ile bu büyük trajedinin yanı sıra İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’deki ırkçılığın da aslında hiç de azımsanmayacak boyutlarda olduğunu görüyoruz. Bu dönemde faaliyet gösteren Türk Nazi Dernekleri’nin varlığından yine bu kitap sayesinde haberdar oluyoruz. Trakya Olayları’nı ise bunca yıl Gelibolu’da yaşamış ben bile bu kitap yoluyla öğreniyorum. Daha sonra yaşanacak 6-7 Eylül olaylarından büyük bir şaşkınlıkla bahsedilmesine  ise, kitabı okuyup bitirdikten sonra, tarihimize bu kitap vasıtasıyla biraz daha aşina olan biz okuyucular hayret ediyoruz. Öteki’nin aşağılanması ile başlayan ırkçılık, yine Öteki’nin yok edilmesine kadar uzanıyor. İşin garibi bunca acılardan nedametle bahseden ise sadece bir avuç insan.

İşin daha da ilginci ise dilimize pelesenk olan ayrımcı söylemden, bunca aşağılamayla yüz yüze kalan bazı Yahudilerin de nasipleri almış olması. Kitaptan bir örnek verecek olursak:
Oysa atıverdiler Çivril’in çayırına,
Muhtaç ettiler bizi Çingene çadırına.” (bkz. s.76)
Bu dizelerdeki ‘Çingene çadırı’, çadırların kötülüğüne bir atıf mıdır, yoksa çingenelerin yaşam tarzına mı? Nedense ben ikinci seçeneğin olduğunu düşünüyorum.

Struma belgesel roman türünde yazılmış. Tarihi gerçekler aynı olmakla beraber, kitapta geçen diyaloglar yazar tarafından oluşturulmuş. Kitabı yazabilmek için belli ki çok detaylı araştırma yapılmış ve tarihi bilgilerin bir çoğu da gazete kupürleri ile desteklenmiş. Ancak kitaptaki maddi hatalar zaman zaman okurun dikkatinin dağılmasına ya da olay örgüsünü kafasında tekrar oluşturmaya çalışmasına neden oluyor.

Örneğin  “Türkiye, krom madeni bakımından dünyanın en zengin ülkesiydi. Krom madeni yataklarının çok büyük bir bölümü de Türkiye’deydi” (s.148) gibi eşanlamlı, birbirini takip eden cümleler kitabın bir çok yerinde tekrarlanıyor. Daha da büyük bir maddi hata 193 – 196. sayfalar arasında yapılıyor. 193 ve 194. sayfalarda Theodor’un nişanlısı olan Sara, hemen iki sayfa sonra, 196. sayfada David’in nişanlısı oluveriyor.

Belgesel romanlarda çokça rastlanan bir sorun Struma’da da mevcut; bazı tarihsel bilgileri diyaloglara yedirerek vermeye çalışınca diyaloglar uzadıkça uzuyor ve bir süre sonra oldukça sıkıcı bir hal alıyor. Bu bilgiler diyaloglar yerine diyaloglara hazırlık paragraflarında verilebilirdi (bkz. 63-74. sayfalar).

Kitabın tarihi anlatı türünde yazılması ya da ciddi bir editörün ayrıntılı okuması ile Struma çok daha başarılı bir kitap olurdu. Yine de kitabın roman olarak yazılması çok daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmasına ve tarihimizin bu kara sayfasının daha çok bilinmesine neden olduysa, yukarıda saydığım hatalar telafi edilmiş demektir.

Struma bir roman olarak bir takım eksiklikleri olmakla birlikte, geçmişin karanlıkta kalan bir sayfasına tuttuğu ışık açısından amacına ulaşmış bir romandır. Yazımsal hatalarına rağmen, gerçekler çerçevesinde konuyu ele alan Struma’yı okuduktan sonra tarihimizi sadece sevaplarıyla değil, günahlarıyla da kabul etmeye bir adım daha yaklaşmış olacaksınız.